TÜRK
DİLİ VE KOMPOZİSYON – 1 DERSİ
KİTAP ÖZET FORMU
KİTABIN ADI
|
BOMBA |
KİTABIN
YAZARI
|
ÖMER SEYFETTİN
|
YAYIN
EVİ
|
BİLGİ
YAYINEVİ
|
BASIM
YILI
|
1990
|
SAYFA
SAYISI
|
105
|
KİTABIN KONUSU
Osmanlı Devleti’nin çöküş dönemine
girdiği devirde, sınır boyların da bulunan halkın yaşantıları kısa hikayeler
şeklinde anlatılmaktadır. Anlatılan hikayede de İtalyan gibi
yetiştirilen bir çocuğun gerçek tarihini öğrenmesini anlatmaktadır.
KİTABIN ÖZETİ
PRIMO TÜRK ÇOCUĞU NASIL OLDU?
Eylül gecesiydi ve
gökyüzünde tek bi yıldız bile yoktu. Selanik, gündüzki heyacanlardan ,
gürültülerden yorulmuş gibi , baygın ve uyuyordu. Rıhtım ıssızdı. Olimpos
Palas’ın , Kristal’in, Splandit Palas’ın ve diğer küçük gazinoların lambaları
çoktan sönmüştü bile. Tramvay yolunu tamir etmek için konulan parke taşlarının
ilersinde, denize dogru inen küçük merdivenlerin başında, hareket etmeyen bir
gölge dimdik durmakta idi. Gölge Paris’te okuyan sonra dolgun bir maaşla İzmir’e gelen ve
burada aşık olduğu güzel bir İtalyan kızı Grazia ile evlenen genç mühendis
Kenan Bey’ aitti. Türklük, garazi Avrupalılarca medeniyetsizlik olarak
görülmekte idi. Kenan Bey’de onların adetlerine, ahlak anlayışlarına,
terbiyelerine, cemiyetlerine hayran olan ve bunları uygulayan kişiliğe sahipti.
Ve bu karakteri herkes tarafından da bilinmekte idi. Nazik ve eglenceli birisi
idi. Savaşa tamamen karşıydı.
En sonun da o gece Kenan Bey
kırk sekiz saat boyunca işittikleri, gördükleri ve gazetelerde okuduklarının
etkisinde kalmıştı. Son derece rahatsızdı. Çünkü savaş çıkmış; İtalya Trablus’a
saldırmış; hayran olduğu, insaniyete hizmet ettiğine inandığı Avrupalılar’ın
öceden çok doğal bulduğu hareketleri aklına gelmişti. İlk Fransa’yı hatırladı.
Daima insaniyete hizmet ettiğini haykıran bu millet, yüz senedir Afrika’yı kana
boyamıştı. Masum, silahsız insanları öldürmüş onları esir etmiş, ruhlarına
hakim olmaya çaılmışlardı. Daha sonra İngilizler’i düşündü ve İspanyollar’ı,
Almanlar’ı hatta Belçika ve Portekizliler’i , en sonunda da İtalyanlar’ı
düşündü. Hepsi aynıydı. Yıllarca ruhunu zapteden bu toplumun, Avrupalılar’ın
naçiz bir kulu, hizmetcisi olduğunu düşündükce kahroldu. Düne kadar kendisine
bile Türküm demeye sıkılıyordu. Bu memlekette tarihinin büyüklüğünü, geçmişini,
dedelerinin şanını bilmeden, inkar etmiş ve milliyetinden uzaklaşmıştı. Hatta nekadar Avrupalılaşmış olduğunu
düşünerek yürüdü ve kimseyi görmemeye çalışıyordu. Evine gitme düşüncesinden
uzakta idi. Şuursuz bir şekilde Splandi Palas’ın önüne geldi. Bir odaya çıkatı
ve yatağa uzandı. Yaşadığı olaylar onu şaşırtmıştı ve perişan etmişti.
Hakaretin ve tecavüzden uyanan millet, İtalyan mektebinin, hastanesinin, hatta
konsolosluğunun armalarını parcalamış, bayrak direklerini kırmış, sancaklarını
yırtmıştı. Ne kadar İtalyan varsa şüphsiz kovulacaktı. İtalyan dostu görünen
bir Türk şüphesiz lanet ve nefretle memleketten dışarı çıkarılacaktı. Başı
ağrımakta başının arısından gözleri yaşarmaktaydı.
Gözünün önüne eşi, çoçuğu ve
evi geldi. O hiç böyle bir günü düşünmemiş bu ana kadar mutlu yaşamıştı.
Avrupadan geldiği seneyi, gençlik ve bekarlık günlerini hatırladı. Bir
İtalyan’la evlenmişti buda ona doğal görünmüş, hatta iftihar edebilecek bir
durummuş gibi gelmişti. Gerçi Grazia ile evlenmek istediğinde Grazia’nın babası
Kenen Bey’in Türk oluşından dolayı bir barbar, bir medeniyet düşmanına kızını
vermeyi şiddetle reddetmişti. Daha sonra ise
kişisel menfaatlerini düşünmüş. Kızıyla yaptığı bir konuşma sonrasında
Kenan Bey’i Rumeli ve Anadolu’da Türk namı altında yaşayan onyedi milyon Rumdan
biri olarak kabullenmişti. Ona göre Türkiye’de sultanın ailesinden başka Türk
aile yoktu. Bu düşünceler doğrultusunda Kenan Bey’i kızıyla birlikte Rum olarak
kabul etmiş ve bu evliliğe izin vermişti.
Kenan Bey’le Grazi’nin
evliliklerinin ilk iki yılında iki erkek çoçukları olmuştu. İtalyan adetlerini
takip ederek çoçuklarını numara ile Primo! Sekundo! Diye çagırmışlardı. Sekundo
hastalanmış ve ölmüştü. Grazia’nın babası Mösyö Vitalis Meşrutiyetin ilanından
sonra Türkiye’de işlerin iyi gitmeyeceğini düşünerek İtalya’ya gitmiş ve
çiftlik alarak oraya yerkeşmiişti. Kenan Bey babasının Grazia’yı ve kendisini
İtalya’ya çağıracağını düşündü. Ne yapacaktı? Gitmeyeceği kesindi. Grazia’nın
kendi ailesini bırakmaya razı olup olmayacağı düşündü. Çoçukları ve mutlu bir
evlilikleri vardı ve birbirlerini çok seviyorlardı.
Sabah olduğunda ayağa kalktı
ama bitürlü uyuyamamıştı. Otelden tranvayala yalısına geldi. Kapıyı hizmetçi
kız açtı. Grazia ve Premo evde yoklardı. İki yol sandığı dikkatini çekti.
Grazia yolculuğu düşünmüştü galiba. İlk defa görüyormuşcasına duvarlara ,
perdelere, eşyalara baktı. Türk hayatına, Türk ruhuna ait bir çizgi bile yoktu,
birden Bursa’daki çoçukluğunun geçtiği baba evini hatırladı. Merdiven
başındaki, ceviz ağcından eski ve guguklu saati, yaldızlı kafesin içindeki
sürekli öten kanarya kuşunu ve babasının odasını düşündü. Herşey gözlerinin
önünden film şeridi gibi akıyordu. Alçak sedirler ve kalın halılarla döşeli,
vişne renginde perdeleri, duvarlarında asılı olan iğri ve altın kakmalı
kılıçları, kamaları düşündü ve en önemlisi bu odadaki baş sedirin üstündeki
etrafı ipekten ve sırmalı çevrelerle süslenmiş, mert bir Türk ruhundan saçılan
iffet, namus, metanet, istiğna tavsiye eden mısraların yazılı olduğu levhayı
hatırladı. Mısraların bazılarnda şunlar yazılıydı.
‘Geçme namerd köprüsünden,
koparmasın seni!’
‘Korkma düşmandan, ki ateş olsa
yandırmaz seni!’
‘Müstakim ol, Hazreti Allah
utandırmaz seni!’
Babası ne kadar genç dururdu. Gelen misafirlerde,
ağalarda ona benzerdi. Bu levha güya kalplerin, ahlaklarının tercümesiydi. Başı
yeşil örtülü annesiyle daima yere bakan, omzunda pembe bir atkı taşıyan
mukaddes hemşiresini düşündü. Tahsilde iken annesi ve babası ölmüş, amcasının
yanına giden hemşireside oranın yerlilerinden bir beyle evlenmişti. Kendisi on
senedir ne Bursa’ya gitmiş, ne akrabalarını görmüştü. Hatta mallarını bile
İstanbul’dan gönderdiği bir vekil vasıtasıyla satmıştı. Kenan Bey düşündü
durdu. Düşündükce de iki gündür farkına vardığı durumunun aşağılığını,
adiliğini anladı. Unuttuğu milliyetinin kıymetini bilemediği için acı bir
hissekapıldı. Vicdan azapları içinde geçen yarım saat ona bir gün gibi
görünmüştü.
Kapı zili çaldı. Grazia
gelmişti. Ona sabah aldığı kararı nasıl söyleyeceğinin sıkıntısı içindeydi.
Grazia Kenan Bey’e dün gece niye gelmediğini ve onu çok merak ettiğini söyler.
Kenan Bey işi olduğunu ve bir otelde kaldığını söyler. Grazia ilan olunan
harpten bahsetmeye başladı. Grazia sabah tercüman ile konuştuğunu hiç kimsenin
bilmediğini, gazetelerin yazmadığı havadisleri öğrendiğini söyledi. Avrupalılar
aralarında Fransa’ya Fas’ı, Almanya’ya Anadolu’yu, İtalya’ya Trablus’u,
İngiltere ve Rusya’ya da Acemistan’ı taksim etmişlerdi. Birkaç ay sonra
Rumeli’nin her tarafında bombalar patlayacak, Girit Yunanistan’a bağışlanacak,
Arnavutluk’a, Makedonya’ya , Suriye’ye, Arabistan’a muhtariye verilecekti.
Sultanlık avrupalıların eline verilecek Türkiye’de de ‘Beynelminel bir idare’
olacaktı. Avrupa’nın programı belli olmuştu. Grazia bunları çabucak anlattı.
Tercümanın korkularını tekrar etti. Şimdi hükümet genç Türklerin elindedi. İki
üç ay içinde Selanik’i terkedip İstanbul, İtalya ve yahut başka bir Avrupa
memleketine gidilmeliydi, pasaportları bile hazırllatmıştı. Grazia Kenan Bey’e
ne zaman hareket edebileceklerini sorduğunda Kenan Bey buradan bir yere
gitmeyeceğini söyledi. Grazia inanamadı. Peki ben diye sorunca ‘sen de...’ diye
karşılık verdi. Bu sırada Primo içeri girdi, yavaş yavaş yürümekteydi. Annesi
ona hiddetli ve sert bir tavırla önemli bir konu konuştuklarını söyleyerek
dışarı çıkardı.
Oysa primo olayların
farkındaydı. Çünkü sabah mektebe gitmemiş Rum çoçuklarıyla rıhtımda balık
tutmaya çalışırken mektep arkadaşlarından Orhan’ı görmüş ve yanındaki biraz
büyükce olan bir Türk çoçuğuyla tanışmıştır. Bu bir Türk paşasının oğludur.
Orhan Primo’ya sordu:
‘Senin baban Türk değil mi?’
Primo biraz kızararak ‘niçin soruyorsun ?’ dedi .
‘Soruyorum , niye inkar ediyorsun? Senin baban Türk
mühendisi değil mi?’
‘Evet...’
‘O halde sen de Türksün!...’
Primo Türkçe bilmiyordu. Orhan Fransızca olarak
elindeki Genç Türklerin beyannamesini tercüme etti. İtralyanlar’la Türkler’in
muharebe ettiğini anlattı. Anlatırken en cesur, en asil bir millet olduğunu
asırlarca bütün Asya’ya hakim olduklarından bahsetti. Atilla’nın Avrupa’yı
ezip, köpek gibi inlettiğini, dünyanın en büyük hükümetini Cengiz’in kurduğunu
anlattı. Bir kaç asır evvel Avrupa’yı terbiye eden bu ırka bütün Avrupalıların
saldırdıklarını, mahvetmek için uğraştıklarını ama başarılı olamayacaklarını
söyledi. Türkler’in eski deniz savaşlarından zamanın da Akdenizi bir Türk gölü
yaptıklarından, büyük paşa babasından, mülazım ağabeyinden duyduğu şeyleri
oldukca büyüterek, mübalağalaştırarak, uzun uzan hikaye etmektti. Primo dinledi
ve o an kendisinin, babasının Türk oluşundan derin bir iftihar duydu.
Rıhtımdaki Rum çoçukları onun bir Türk çoçuğu ile saatlerce konuşmasını kıskandılar.
Onu çağırdılar fakat Primo aldırmadı. Orhan bu sineklerin bir şey
yapamayacaklarını ancak taciz etmesini bildiklerini ve kendilerini rahat
bırakmayacaklarını söyleyerek dışarı çıkmalarını tavsiye etti. Bahçeden
çıkarak, ileride İttehat ve Teraki kulubü önünde dehşetli bir kalabalık
gördüler. Kapının yanındaki parmaklık setine siyah esvaplı, sarı bıyıklı, küçük
fesli bir adam çıkmış, namussuz, alçak, korsan İtalyanlar’ın haberleri yokken
ve dostları iken birdenbire vatanlarına hücum ettiklerini anlatmaktaydı. Bu
adam Onların büyük ve güçlü zırhlılarına karşılık, kendilerininde kutsal bir
haklarının olduğunu bunun onların zırhlılarının karşısındaki kuvvetinden
bahsetmekteydi. Sonra bir telgraf okundu. Orhan onu tercüme etti. İtalyanlar’ın
Trablusta iki harp gemisi kayalıklara çarparak batmıştı. Daha sonra
numayişçiler yukarılara doğru çekilmişlerdi. Primo kapının dibinde bunları
düşündü. Geçmişin hatırasını noktası
noktasına hayalinden geçirdi ve göğsünün kabardığını hissetti.
Kapıya
döndü içeride şiddetli ve heyacanlı konuşma devam etmekteydi. Anahtar
deliğinden içeriyi dinledi. Annesi burada kalmayacağını söylüyor, Kenan Bey ise
kalırsa artık İtalyan olarak değil Türk olarak kalacağını, gider ve İtalyan
olarak kalırsa aralarındaki ilişkinin biteceğini , kendisini boşayacağını ve
görüşmemek üzere ayrılacaklarını söyledi. Annesi yüz sene uzunluğunda geçen bir
dakika sonunda cevabını veridi: ‘On seneyi, sadakatimi sen düşünmezsen ben hiç
düşünmem babamın yanına gider orada rahibe olur kalırım.’ dedi. Tek isteği
Primo’yuda yanında götürmekti. Kenan Bey bu kararı Primo’nun vermesi
gerektiğini söylerve o anda Primo içeri
girer. Annesi içeri giren Primo’yu kucaklamak ister. Primo bunu dehşetli bir
ciddiyetle reddeder. Grazia birden bire değişen yavrusunun bu hareketi
karşısında dona kalır ve hiçbir şey söyleyemez. Primo büyük bir adam tavrıyla
babasının yanındaki koltuğa oturdu. Başını eline dayadı ve Fransızca olarak
niye onun hakkında konuştuklarını sordu. İtalyanca söylemiyordu. Her ikiside
şaşırdılar. Kısa bir sessizlikten sonra Kenan Bey savaş çıktığını annesi ile
tamamen ayrılacaklarını ya kendisi ile kalıp Türk olacağını yada annesi ile
gidip İtalyan olacağını söyledi ve bu konudaki kararını sordu. Primo oturduğu
yerden şiddetle fırladı Grazia ve Kenan Bey ne yapıyor diye birbirlerine
bakarlarken, Primo heyecanlı tavrıyla annesini ve babasını süzmeye başladı ve
gayet bozuk bir Türkçe ile :
‘Ben
.. Turko çoçuk ..Ben yok İtalyano..Ben burda...Ben çoçuk Türk..’ diye haykırdı.
Grazia
hayret ve endişe içinde masanın yanındaki sandelyeye yığıldı. Kenan Bey
gözlerine ve kulaklarına inanamamaktaydı. Primo sonra Victor Emmanuel’in
resmine vurarak onu parçaladı. Kenan Bey seviçli ve şuursuz bir şekilde ayağa
kalktı, kanapenin üzerinde, yükseklerden kendisine bakan bu Türk çoçuğunu
kucakladı ve onu göğsüne bastırarak alnından öptü.
KİTABIN
ANAFİKRİ
Türk milleti özünü bulmalı. Kendi
benliğinden uzaklaştığı takdirde KURTULUŞ SAVAŞI’ndan önceki duruma
gelinebileceğidir.
OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞETLENDİRİLMESİ
Kenan
Bey: Türklüğü sevmeyen; garazi Avrupalılar’a, onların adetlerine,
terbiyelerine ve cemiyetlerine hayran olan ve bunları kendine bir yaşam tarzı
olarak benimseyen birisidir. Daha sonra olayları değerlendirecek ve özünü
bulacaktır.
Grazia:
Kenan Bey’in İtalyan eşidir. Türkiye’de yaşamasına ve eşinin Türk olmasına
rağmen İtalyan adetlerini sürdürmekte ve çocuğunuda tam bir İtalyan olarak
yetiştirmek istemektedir. Savaş başlıyıncada onu alıp geri dönmek istemiştir.
Primo:
Kenan Bey’in oğludur. Bir İtalyan gibi büyütülmüş ve Türkçe bilmemektedir. Daha
sonra tanışacağı Orhan ona geçmişinin ne kadar şanlı olduğundan bahsetmiş ve
onun da benliğini bulmasın da yardımcı olmuştur.
KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ
GÖRÜŞLER
Gerçekten
kitabı okurken bir Türk olmaktan gurur duydum ve damarım kabardı.
Avrupalılar’ın hakkımızdaki düşünceleri, bizim üzerimizdeki istek ve
düşünceleri ; Türkleri avrupalılaştırmak istemeleri üzerinde çok güzel
durulmuş. Özellikle Kenan Bey’in hikayesi çok etkileyici idi.
YAZARIN HAKKINDA BİLGİ
HAYATI: Ömer Seyfettin 28.2.1884 tarihinde
Gönen`de doğdu. Asker olan Ömer Şevki Bey`le Fatma Haınm`ın ikisi küçük
yaşlarda ölen dört çocuğundan birisidir. Öğrenimine Gönen`de bir mahalle
mektebinde başladı. Ömer Şevki Bey`in görevinin nakli dolayısıyla Gönen`den
ayrılan aile inebolu ve Ayancık`tan sonra İstanbul`a geldi. Bu sırada henüz
sekiz yaşında olan Ömer Seyfettin, dedesinin Kocamustafapaşa`daki konağına
yerleşildikten sonra, önce Mekteb-i Osma-nî`ye, ardından 1893 ders yılı basında
Askerî Baytar Rüştiyesi`ne kaydedildi. Bu okulu 1896`da tamamlayarak Edirne
Askerî İdadîsi`ne devam etti. 1900`de İdadî`yi bitirerek İstanbul`a döndü.
Burada Mekteb-i Harbiye-i Şahane`ye başladı. 1903 yılında Makedonya`nın
karışması üzerine "Sınıf-ı müstacele" denilen bir hakla imtihansız
mezun oldu. Piyade Asteğmeni rütbesiyle, merkezi Selanik`te bulunan Üçüncü
Ordu`nun İzmir Redif Tümeni`ne bağlı Kuşadası Redif Taburu`na tayin edildi.
1906`da İzmir Jandarma Okulu`na öğretmen olarak atandı. Bu, Ömer Seyfettin için
önemli bir hadiseydi. Zira bu vesileyle İzmir`deki fikrî ve edebî faaliyetleri
takip edecek ve bunlar içerisinde yer alan gençlerle tanışacaktı. Nitekim bu
yıllarda batı kültürünü tanıyan Baha Tevfik`ten Fransızca bilgisini artırmak
için teşvik gördü. Mehmet Necip (Türkçü)`ten ise sade Türkçe ve millî bir dille
yapılan millî edebiyat konusunda önemli fikirler aldı. Ömer Seyfettin Ocak
1909`da Selanik Üçüncü Ordu`da görevlendirilir. Bu sırada Balkanlar`da batılı
devletlerin de teşvikiyle Osmanlı aleyhinde milliyetçilik hareketleri
başlamıştı. Bunların neticesi olarak ortaya çıkan kargaşa üzerine bu bölgenin
farklı yerlerinde görevler yaptı. Bu yıllarda edindiği izlenimler de yazar için
son derece önemliydi. Zira Osmanlı aleyhindeki milliyetçilik hareketleri,
kurulan komitalar ve onların yaptığı faaliyetlerle ilgili gözlemleri sonradan
yazacağı hikayeleri, daha önemlisi fikrî ve edebî alanda açacağı yolu
hazırlayan birikimler oldular. Selanik`te çıkmakta olan Hüsn ü Şi`r dergisinin
ismi Akil Koyuncu`nun istek ve ısrarı üzerine Genç Kalemler’e çevrildikten bir
süre sonra 11 Nisan 1911`de Ömer Seyfettin`in "Yeni Lisan" isimli ilk
başyazısını imzasız olarak yayımladı. Bizzat yaşadığı hayatın ve o güne kadar
devam eden arayışlarının cevabını Ziya Gökalp`ın düşüncesinde sistemleştirilmiş
bir halde bulunca Gökalp`la birlikte Yeni Hayat kadrosunu oluşturdular. Genç
Kalemler dergisi sayesinde bu hareket bir gençlik ve edebiyat faaliyeti halini
aldı. “Bahar ve Kelebekler", "Pamuk ipliği", "İrtica
Haberi", "Bomba", "Primo Türk Çocuğu", "Ant"
ve "Aşk Dalgası" adlı hikayeler de “Genç Kalemler”de yayımlandı. Genç
Kalemler yazı heyetini oluşturanlar Balkan Savaşı`nın başlaması üzerine zarurî
olarak dağıldılar. Ömer Seyfettin yeniden orduya çağrıldı ve esir düştü.
Nafliyon`da geçen esaret hayatı sırasında sürekli okudu. "Piç",
"Mehdi", "Hürriyet Bayrakları" gibi hikayelerini bu
yıllarda yazdı. Bu hikayeler Türk Yurdu’nda yayımlandı. Ömer Seyfettin 1913`te
esaret hayatı bilince İstanbul`a döndü. Bir süre sonra da Türk Sözü dergisinin
başyazarlığına getirildi. Burada Türkçü düşüncenin sözcülüğünü yapan yazılar
yazdı. 1914 yılında Kabataş Sultanisi`nde öğretmenlik görevine başladı ve bu
görevini ölümüne kadar sürdürdü. 1915`te yalnızlıktan kurtulmak ve hayatına
çeki düzen vermek maksadıyla İttihat ve Terakki Fırkası ileri gelenlerinden
Doktor Beşim Ethem Bey`in kızı Calibe Hanım`la evlendi. Fikrî ve ruhî anlamda
uzaklıkları bulunan bu evlilik Güner isimli bir kız çocuğuna rağmen bozuldu.
Yazar tekrar yalnızlığına döndü. "Münferit Yalı" dediği Kalamış
koyundaki bir yalıda sık sık uğrayan edebiyatçı dostları ve özellikle Ali Canip
ve onun annesiyle yaptığı sohbetlerle yalnızlığını gidermeye çalıştı. 1917`den
ölüm tarihi olan 6 Mart 1920`ye kadar geçen zaman birçok acı ve sıkıntıya
rağmen verimli bir hikayecilik dönemi oldu. Yeni Mecmua, Şair, Donanma, Büyük
Mecmua, Yeni Dünya, Diken, Türk Kadını gibi dergilerle Vakit, Zaman ve İfham
gibi gazetelerde hikaye ve makaleleri yayımlandı. Fakat diğer bir taraftan
hastalığının artan belirtileri ile rahatsızdı. Mütareke yılları, işgal adındaki
İstanbul ve Anadolu`daki kurtuluş mücadelesi gibi Türklüğü derinden etkileyen
olayları bu fiziksel sıkıntılarının arasından algıladı. Hastalığı 25 Şubat
1920`de arttı, 4 Mart`ta hastahaneye kaldırıldı. Türk hikayeciliğinin bu
unutulmaz ismi 6 Mart 1920`de hayata gözlerini yumdu. Önce Kadıköy Kuşdili
Mahmut Baba Mezarlığı`na defnedildi. Daha sonra mezarı buradan yol geçeceği
veya tramvay garajı yapılacağı gerekçesiyle 23 Ağustos 1939`da Zincirlikuyu
Asrî Mezarlığı`na nakledildi.
ÖYKÜ
KİTAPLARI:
ben size özet dedim ama siz bana kitabı verdiniz ml
YanıtlaSil:D
YanıtlaSilözet dedikkkkkkk
YanıtlaSiltşk
YanıtlaSilhiççççççççççç bi işe yaramadı hem özet kısa olur yani bilginiz olsun
YanıtlaSil